12 Mart 2013 Salı

Şirket ve/veya Kurumlarda Psikolog olmalı mı?


'Daha birbirimizi bile anlayamazken uzayda başka bir ırkı nasıl anlayabiliriz ki?'
Stanislaw Lem (Solaris)




Sanırım insanoğlunun en önemli sıkıntılarından birisi iletişim. Teknolojide harikalar yaratıp çok kısa zamanda müthiş gelişmelere imza attığımız halde birbirimizle olan iletişimimizde ise pek yol kat ettiğimiz söylenemez. Sosyal bir canlı olarak her gün pek çok insanla iletişim içerisindeyiz. Gerek karşılıklı, gerek telefonla ya da elektronik ortamda bu iletişim durmaksızın devam ediyor. Ancak, iletişim kurmak her zaman doğru iletişim anlamına gelmiyor. İletişimdeki bu hatalar ise iletişim kazaları dediğimiz olguyu da beraberinde getiriyor. Bunun pek çok sebebi olabilir. Çoğunlukla bu kişi ile iletişim kurduğu diğer kişi arasındaki frekans bozukluğu, iletişimi kurarken yapılan yanlışlıklar, yanlış mesajlar, mesajı algılamada yada aktarmadaki hatalar olabildiği gibi kişinin kendini aktarmadaki eksikliği, iletişim kurmaya çalıştığı kişi ya da kurumla olan kültürel yada diğer farklarda olabilir. Kişinin vaktini geçirdiği en çok yer olan ve hayatını devam ettirebilmesi için de en çok gitmesi yer olan mekan iş yerleridir. Bir kişinin işinde başarılı olması, orada verimli olması, bu kişinin genel özelliklerine, eğitimine, özelliklerine bağlı olduğu gibi aynı zamanda da orada mutlu olmasına ve oradaki kişilerle ve kurumun kendisi ile olan sağlıklı iletişimine bağlıdır.

Kişi, pozisyonu ne olursa olsun, bir kurum içerisinde (okul, vakıf, şirket vb) tek başınadır. Tabii ki şirketin sahibi ya da ortağı değilse..Tek başına derken kast edilen yalnız olması değildir.  Tabii ki çalışma arkadaşları vardır, grubu vardır, pozisyonuna göre bir gücü vardır, ancak aslında orada üstüne giydiği unvanı bile ona 'ödünç' verilmiş bir unvandır ve bu kurumda aslında o kurumla beraber hareket etse de kişi olarak tek başınadır. Yani, kendi işini, insanlarla olan ilişkisini, kendi kaderini, başarısını, üst ve altlarla olan ilişkisini, sıkıntılarını, etrafından ne kadar destek alırsa alsın, kendi başına halletmek zorundadır. Özellikle bu kuruma yeni başlayan bir kişi, terfi almış ya da görevi değiştirilmiş bir kişi, özel hayatında zorluklar yaşayan bir kişi, ya da kuruma/kişilere tam adapte olamamış bir kişinin bazı sıkıntıları olabilir ve bunları kendi başına ya da bazı arkadaşları ile paylaşarak çözemeyebilir ki bu da beraberinde ruhsal sıkıntıları, depresyonu getirtebilir.. Bir yetişkin olarak, bu tarz sıkıntıların kişinin kendi başına çözmesi beklenebilir; ancak bu yanlış bir düşüncedir. Bu düşünce doğru olsaydı, toplumda bu kadar çok depresyon hastası ya da onları tedavi etmekle görevli psikolog/psikiyatrist olmazdı..Kurumlarında toplumların küçük bir modeli olduğu düşünülürse, kişinin bu tarz altından kalkmakta zorlandıkları, omları depresyona sokabilecek, iş ve özel hayatlarını etkileyen dertlerini çözmek için, kurumların da bünyelerinde birer rehberlik servisi altında, danışmanlık yapabilecek psikolog, psikiyatrist bulundurmalarının gerekmekte olduğunu söyleyebiliriz. Günümüzde bu işi yapan çok fazla kurum yok, ancak büyük spor klüplerinde psikolog ya da psikiyatristlerin olduğu rivayet edilmekte.

Bugün şirketler pek çok zorunlukları yerine getirmekle mükellefler. Mesela işyeri hekimi bulundurmak, risk faktörlerine göre önlemler almak, iş yeri güvenliklerini sağlamak gibi. Bu zorunluluklar işyerleri için ilave bir yük değildir; aksine kurumlara geri dönüşü olacak yatırımlardır. Bu, kurumların insanlığın yararına geçirdikleri evrimlerdir. Kimse artık zorbalık hükümlerinin sürdüğü kurumlar görmek istemiyor ki zaten bu tip kurumlarda pek ilerleme kaydedemezler.

Bugün şirketlerde kişilerin psikolojik sıkıntıları yüzünden pek çok olumsuzluklar olmaktadır. Mesela bir mobbing olayı bile başlı başına bir psikolojik vakadır. Etkili iletişim sorunu yaşayan ama çok iyi bir eleman ciddi sıkıntılar yaşıyabilir. Bulunduğu ortama uyum sorunu yaşayan çok akıllı bir çalışan da psikolojik sorunlar yüzünden işinde verimli olmaktan uzak hale gelebilir. Çeşitli sebepler yüzünden depresyona giren biri hem kendine hem de etrafına ciddi sıkıntılar yaratabilir. Bunları çözebilmek varken niçin sorunları dağ gibi yapıp altından kalkılamaz hale getirelim? Bir kişiyi sırf psikolojik sorunlarından ötürü işten çıkarmak, ya da kişinin psikolojik sorunları yüzünden başkalarının sıkıntı çekmesine seyirci kalmak çok daha ağır faturalar taşıyacaktır. Bir kişiyi kaybetmek kolay ama faturası ağır bir yüktür. Oysa bir kişiyi kazanmak zor, ama geri dönüşü çok yüksek bir yatırımdır. İşte bütün bu olumsuzlukları zamanda çözmek için kurumların bünyelerinde bir danışman/rehber niteliğinde psikolog ya da psikiyatrist bulundurmaları çok önemlidir.

Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, kurumlarda en önemli varlık insandır. Kurumların daha verimli olmaları kendileri için çalışan kişilere verdikleri önemden gelir. Bu kurumda çalışan kişilerin eğitilmesinden başlayıp, onları kendileri ve kurum için daha verimli hale getirmek için sürekli işleyen bir süreçtir. Bu yüzden kurumların bünyelerinde calıştırdıkları kişiler için bünyelerinde bir psikolog ya da psikiyatrist bulundurmaları son derece önem arzetmektedir.

23 Ocak 2013 Çarşamba

Türk İş Dünyasının en önemli sıkıntılarından biri: Asgari Ücretle çalışacak 'Vasıfsız' Eleman mı yoksa Teknik Bilgisi olan daha yüksek maaşa çalışacak Eleman mı? (ya da Meslekler üzerinden Ekonomik Eleştiri)



Çok geç kalınmış bir karar olmasına karşın yavaş yavaş yaygınlaşmaya başlayan, normal (işe yaramayan) lise yerine teknik bilgilerin verilip meslek ya da yardımcı meslek sahibi olunabilecek  'teknik' lise uygulaması neyi getirecek? Sonuçta ne kadar ekonomimiz iyi büyüme var diye övünsek de gerçeğin bu olmadığını biliyoruz değil mi? Türkiye özellikle teknolojik alt yapı konusunda dünyanın en geri ülkelerinden. Çünkü gerekli bilimsel alt yapımız yok; yani ar-ge yapacak, buluş yapacak, öncülük edecek insan tabanımız yok. Sebep, çoğunlukla ezber ve KGS tarzı sınavlara endeksli eğitim sebebi olsa da, iş dünyasının da bunda payı olduğunu görmezden gelemeyiz. Niçin mi?

İş dünyası 'piyasada gerekli teknik donanımlı eleman yok' diye sızlanır; haklıdır da zira yok değilse de azdır. Sonuçta insanların en çok rağbet ettiği işletme, satış, ekonomi gibi bölümler aslında açık konuşalım birer meslek değildirler. Üniversite okuyamayanlar ( ya da sırf mezun olmuş olmak için okuyanlar)’ın durumu daha beterdir: zira ellerinde teknik olarak kullanabilecekleri bir meslek yoktur. Sanat ve sporu saymazsak, gerçekten meslek nedir? Meslek, aslında teknik bir beceri isteyen, uzlaşma isteyen branşlardan oluşmuş bir olgudur. Doktorluk, mimarlık gibi yüksek mertebeli, mühendislik gibi yoğun teknik bilgi ve analiz gerektiren meslekler olduğu gibi, kalıpçılık, tesisatçılık, marangozluk gibi mesleklerde gerçek birer meslektirler.

Soru: Bir iş sahibi/patron olarak 'teknik bilgisi yüksek, meslek sahibi' eleman istiyorum' lafı ne kadar gerçeği yansıtıyor? Özellikle Türkiye'de..Çünkü Türkiye, ar-ge'ye, bilime gerekli alt yapı ve sermayeyi yatırmayıp, teknoloji, buluş vs.leri başka yerlerden 'ithal' ettiği için böyle bir elemana gereksimi gerçekten var mı? Böyle eleman bulduğu vakit, ona da asgari ücret mi ödenecek? (bakınız bankalarda çalışan kasiyerler). Bu durumda 'ne iş olsa yaparım' diyen ve iş dünyasında 'vasıfsız' olarak adlandırılan ve asgari ücrete razı insan ordusundan mı seçim yapılacak?

Ben diyorum ki, bir an önce iş dünyası olarak, akademisyen olarak bir Türk vatandaşı olarak bu işin uzmanlarının bir an önce elini taşın altına koyup, teknik/bilimsel alt yapı için çalışmalara başlaması ve bu işlere fon ayırması gerekir. Ben Türkiye'nin bilgi ve buluşları kopya eden, mühendislerinin orjinal metinleri ingilizce’den çevirmekten başka bir şey yapmadığı ve fason üretim üzerinden kar yapmaktan başka bir şey yapmadığı bir seviyede olmasını hazmedemiyorum. Türkiye'nin ar-ge yapabilen, bilimsel alt yapıya önem veren ve bunları kendi yaptıklarından kullanıp, 'ihraç' eden bir ülke olmasını arzu ediyorum. Eğer bu olmazsa, inşaat sektörü ve kredi ödemeleri üzerine kurulu ‘sözde iyi ve büyüyen’ ekonomimiz bir anda İspanya örneğine dönüşebilir.

Bu yüzden iş dünyasının asgari ücretle çalışan vasıfsız eleman politikası yerine, daha yüksek maaşlı teknik kapasitesi yüksek elemanlara yönelmesini ve vasıfsız elemanların yerini teknik donanımlı elemanlara dönüşmesini sağlayacak sistemlere geçmesini diliyorum. Normal ve işe yaramayan (ya da sadece ileride o işi yapacak insanların okuması kaydı ile) liseler yerine daha çok teknik ağırlıklı, mesleki yapıya yönelik, meslek-sanat-spor gibi alt bölümleri olan liselerin olmasını diliyorum. Şirketlerin de kendi elemanlarını şirket kültürü, kendi iş piyasaları, şirkette yapılan işler, teknik donanım gibi konularda eğitmelerini ve onlara yatırım yapmalarını diliyorum. İş dünyasının bir an önce maaşı az (ya da asgari ücret) olsunda ne olursa olsun mantığından kurtulup çalışan elemanlarının ileriye yönelik yatırımlar olarak değerlendirmesini diliyorum. (ara sıra da sadece çocuklarımıza okullarda zorla söyletilen Atatürk'ün meslekler hakkındaki sözlerine de kulak vermerini diliyorum)

Unutmayalım: Almanya, Japonya, ABD gibi ülkeler bu noktalara eğitime, insana, bilimi, teknolojiye yatırım yaparak ve önem vererek geldiler.


Bu bizim iş dünyası ve ekonomi olarak en önemli hedefimiz olmalıdır.

14 Aralık 2012 Cuma

Kendimizi Kapatmak ( ya da Körleşmek)





Öyle zamanlar vardır ki sanki bir kısır döngü içinde aynı şeyleri yapıyormuşuz gibi gelir. Sanki koştuğunuz halde bir arpa boyu bile yol alamadığımızı, aynı yerde takılıp kaldığımızı hissederiz. Zaman ve yıllar geçmekte ama aslında her şey aynı kalmaktadır. Bir şeylerin yanlış olduğunu hissederiz de ne olduğunu tam anlayamayız. Sanki tüm dünya bize karşıdır, bir adım atmak istediğimizde hep ayağımıza bir çelme takmak isteyen 'gizli' kişiler ya da güçler vardır. Hep başkaları suçludur, sistem suçludur, geçmişiz suçludur. Suçlayacak hep bir şeyler vardır. Bize söylenenler hoşumuza gitmez, dinleriz ama dinlemeyiz. Anlamak istemeyiz.

Çünkü biz haklıyızdır. Haksızlığa uğramışızdır. Dış dünyadakiler de haksızdır. Çünkü onlar bizim ne çektiğimizi bilmezler. Çocukken başımıza gelen olaylardan bi haberdir. Neler çektiğimizi onlar bilmezler. Biz haklıyızdır, onlar da haksız..Haksızlığa uğramak ise kaderimizdir. Çabalamaşızdır ancak olmamıştır. Ama çabalamışızdır, her yolu denemişizdir (onlar başka şeyler söylemiş olsalar da).

Haksız olan patrondur, başkandır, sistemdir, eşimizdir, çocukluğumuzda bize yeterince ilgi göstermeyen ebeveyinlerdir, iş arkadışımızdır, bilgisayardır, geç gelen otobüstür vs..

Böyle düşünmeye başladığımız anda aslında kendimizi dış dünyaya kapatmışızdır. Söylenenleri duymayız, eleştirilere kendimizi kapatırız, bildiğimizi okumaya devam ederiz. Bu bir 'körleşme' durumudur. Egomuz artık öylesine savunmaya geçmiştir ki bizim gerçeklerimiz, dış dünyanınkilerle ayrılmaya başlamıştır. Ego, kendi duvarını örmüştür ve kişi kendi içine çekilerek dış dünyaya kapanmıştır.

Bu aşırı savunma mekanizmasını yaratan ego, bizim doğru yoldan da sapmamıza neden olur. Sevdiklerimizi bile bile üzmeye başlarız. Kendimiz de bu duruma üzülürüz ancak sanki elden bir şey gelmiyormuş gibi hissederiz.  Sürekli bir takım bahanelerin arkasına gizleniriz. Her şeye negatif yaklaşırız. Bir takım fikirlerin aşırı savucusu olur, onlarla avunuruz. Saplantılar başlar. Her cümlemiz 'ben haklıyım, çünkü..' ile başlar.Etrafımızdan kopmaya ve yanlızlaşmaya başlarız.

Böyle bir ruh hali içindeysek eğer, bu durumdan kendimizi derhal kurtarmamız ve kendimizle acilen yüzleşmemiz gerekir. Hatanın bizde de olabileceğini kabullenmek, aslında herkesin bize düşman olmadığını kavramak ve bize söylenen nasihatları dinleyip üstünde düşünmemiz gerekir. Eğer bunu başarmazsak sonunda sert bir kayaya çarpmak durumunda kalabiliriz. İlk yapılması gereken 'evet, ben hatalıyım. çünkü.' şeklinde başlayan bir 'özeleştiri' sürecine girmektir. Bu süreçte bizi aynı girdabın içine sürükleyecek olan tuzakları da fark edip onlardan kurtulmamız gerekir.

Ama ilk olarak yanlış yolda olduğumuzu kabullenmemiz ve özeleştiri seviyesine gelmemiz gerekir.

10 Aralık 2012 Pazartesi

2012 nin En Önemli Olayları

10.

ÇİN'İN ÖNLENEMEZ YÜKSELİŞİ


Yıllarca kapalı kutu olan Çin, artık dünyanın merceğinin altında. Dünyanın en kalabalık ülkesi, en eski kültürü ve en hızlı büyüyen ekonomisi ile dünyanın ikinci kutbu olmuş durumda. Öngörüler yakında dünyanın bir numaralı devi olacağı şeklinde. Bu yüzden Hu Jinta yönetimindeki ÇKP kurultayından çıkacak sonuçlar dünyadaki dengeler içinde önem arz ediyor. Dünyanın aynı zamanda büyüme oranı en yüksek ülkesi olmasına rağmen, insan hakları ihlallerinin, kapitalizme kayan yapısı yüzünden işsizlik korkusu yaşayıp çok az ücrete razı olan insanların yaşadığı ve tarım arazilerini hızla kaybetmesi yönünden de karnesi pek iyi olmayan Çin, ne olursa olsun dünyanın kaderini belirleyecek bir duruma gelmek üzere.


9.

DEVLERİN HUKUK SAVAŞI: APPLE ve SAMSUNG

İki yazılım/teknoloji devi Samsung ve Apple bu sene pek çok ülkede birbirlerine karşı hukusal bir savaşa girdiler. Sıkıntı patent haklarının ihlali, davayı açanda Apple'dı. Olay önce Kore'de başladı. Bazı ülkelerde Samsung'a 'geçici satış yasağı' gelmesine karşı, Apple bir tek ABD'de Samsung'un 1,05 milyar dolar gibi bir tazminata mahkum olmasına sebep olduysa da konu temyize gitti. İngiltere ve Alman mahkemeleri Apple'ın itirazlarını kabul etmedi. Sonuçta kazanan ve kaybden taraf henüz olmasa da bu dev şirketlerin bu şekilde kapışmalarına sahne olması açısından yılın önemli olaylarından biriydi ve 2013'de de devam edecek gibi görünüyor.

8.

KÜRESEL ISINMANIN ACI ETKİLERİ: KURAKLIK /SANDY KASIRGASI


Yakın bir zamana kadar 'çevreci grupların paranoyası' olarak tanımlanan ama artık etkileri ile ispatlanan kürsel ısınma, her sene daha da tehlikeli sonuçlara varan etkiler gösteriyor. Değişen iklim kimi zaman kuraklık, yağış azlığı aynı zamanda da aşırı yağış/sel ve 'süper' kasırgalara sebebiyet veriyor. 2012'de yaşanan kuraklık yüzünden tahıl stoklarında ciddi bir azalma oldu ve bu yüzden buğday fiyatlarında alarm seviyesine varan artış korkuları yaşandı. Süper Kasırga Sandy'de bu sene sonlarına doğru ABD'de ciddi maddi, manevi ve yaşam kayıpları verdirdi. Yakın bir zamana kadar karbon salınımı, orman/ağaç korunması, erozyonla mücalede gibi konularda önlem alınmazsa çok daha büyük tehlike ve 'uyarılar' bizi bekliyor olacak.

 

7.

CERN: TANRI PARÇACIĞINA YAKLAŞMA



Dünyanın sonunu getirir mi, kara delik açar mı gibi tartışmalar sürerken, Temmuz ayında CERN labavuarlarından 'Tanrı Parçacığı' olarak adlandırılan hayali 'Higgs Parçacığı/Boson'unun bulunduğu ya da bulmaya çok yaklaşıldığı açıklandı. Bu dünyanın en pahalı deneyi, insanoğlunun bitmez tükenmez bilgi açlığının son halkası. CERN deneyi, insanoğlunun atom altı parçacıkları hakkındaki ve Big Bang hakkındaki teorilerini ispatlamak ve daha iyi anlamak amacıyla yapılıyor. (Ya da bize iletilen bilgi bu yönde)
daha fazla bilgi: (http://blog.milliyet.com.tr/cern-deneyi-neden-bu-kadar-onemli--biliyor-musunuz-ii-/Blog/?BlogNo=373755)

 

6.

MERAKLI MARS'TA/ MARS'TA İLK İNSAN TEKNOLOJİSİ: CURIOSITY


İnsanoğlu Ay'dan vazgeçip kendine yeni yerler arama konusuında gözünü en yakın kardeş gezegen olan Mars'a dikmiş gibi görünüyor. Konum olarak dünyaya en benzeyen gezegen olan Mars, yakınlığı açısından da çok cazip. NASA'nın son oyuncağı Curiosity (Meraklı) Mars'ta bu sene ilk gezilerine başladı ve topladığı bilgileri dünya ile paylaştı (daha çok NASA ile). Bu (doğru ise) 2012'nin en önemli olaylarından biri olurken, insanlık tarihi için önemli bir adım olabilir.

 

5.

TERS TEPEN BAHAR: MISIR


Geçen sene Arap Baharı'nın en ateşli yeri Mısır Tahrir Meydanı idi. Mübarek'in devrilmesinin ardından seçilen Müslüman Kardeşler adayı Mursi, seçilir seçilmez Anayasa Mahkemesinin muhalefeti ile karşılaşmıştı. Kısa bir süre sonra Mursi, Mübarek'i aratmadığını gösterdi. Ülkenin tek hakimi olarak kendini görerek kendine müthiş yetkiler veren kararlar çıkararak ülkenin tekrar meydanlara çıkmasına neden oldu. Ancak Mursi, Arap Baharının verdiği tecrübelerle ülkedeki isyanları kuvvetli bir şekilde bastırmak eğilimine girdi. Bu da İran'ın şahı devirmesinden sonra üstüne çöken şeriat diktatörlüğünün bir benzerinin Mısır'da yerleşmek üzere olduğunun bir göstergesi gibi. Anlaşılan Arap Baharı, çetin bir kış öncesi yaşanan bir sonbaharmış.


4.

AVRUPA BİRLİĞİ ÜZERİNDE KARA BULUTLAR

Dünya'nın ABD'den sonraki en büyük ortak devleti olma yolunda ilerleyen, en 'medeni' uluslarından oluşan ve daha önceki dünya savaşlarında hep birbirlerine karşı savaştıkları için bir birlik olmaya çalışan 'yaşlı' Avrupa ülkelerinin oluşturduğu 'Avrupa Topluluğu' çatırdama sinyalleri vermeye devam ediyor. İrlanda ile başlayan ve Yunanistan ile ciddi hale gelen ekonomik Avrupa krizi bu sene İspanya ve Portekiz'i de etkisi altına aldı. Yunanistan ve İspanya'da ekonomi iflasın eşiğinde, işsizlik %25'lere dayandı. Bankalar iflas bayraklarını çekip kurtarma istediler. Euro'nun geleceği sorgulandı. Yunanistan'a ağır yaptırımlar karşılığında kredi verildi. Yunanistan Euro bölgesinden çekilmeyi tartıştı. İspanya ve Yunanistan'da teknokrat hükümetler kuruldu.Avrupa Merkez Bankası kuruldu. İspanya kredi almaya razı oldu. İtalya'da benzer sıkıntıların sinyalleri başladı. Fransa'da bile işler hiç iyi değil. Almanya, Avrupa'nın yeni hakimi olma yolunda ilerlerken, Avrupa Birliği ülkeleri aşırı milliyetçiliğin etkisi altına girmeye başladı. Yani 2013e' miras kalan tehlikeli sinyaller. İngiltere birlikten kendini uzak tutsa da o da benzer sıkıntıları yaşıyor. Anlaşılan sömürge paraları bitmek üzere.

3.

MAYA KEHANETİ 2012: DÜNYA'NIN SONU MU?

2012 daha başlamadan Maya takviminin yankıları başlamıştı bile. Maya takvimine göre 21 Aralık 2012'de dünyanın sonu gelecekti, çünkü takvim 21 aralık 2012'de bitiyordu. Meraklı bir bekleyiş vardı. Henüz 21 Aralık olmadı ancak -neyse ki- yaşlı dünyamız kendi sıkıntıları ile yoluna devam edecek anlaşılan.

2.

BİR TARİH TRAJEDİSİ: SURİYE


Suriye'deki iç savaş gözümüzün önünde cereyan eden bir insanlık trajedisi. Irak'ta da benzer senaryolar görmüştük, ancak bu iç savaş, diğer 'Arap Baharı' yaşayan ülkelerden daha farklı oldu. Esed gitti gidecek derken gitmedi. Kendi halkına karşı amansız bir savaşa girdi. Muhaliflerde belirli bir süre sonra silahlandılar ve korkunç bir savaş başladı. Bu durumdan en çok etkilenenlerin başında Türkiye geldi. Binlerce sığınmacı Türkiye'ye kaçtı. Savaş uçağı düşürüldü. Hatta Türkiye, Suriye'nin önüne bile atılmaya çalışıldı. Türkiye, Esed'e karşı açıkça tavır aldı ve Orta doğu'da bir anda kendini bir başına buluverdi. Esed ise 'koltuk' pahasına ülkesinin bu duruma gelmesine, binlerce insanın ölmesine sebebiyet verdi.
Suriye olayları, insanlık tarihine orta doğudaki çirkin olayların en kötü örneklerinden biri ve 2012'nin de en önemli ve kötü olaylarından biri olarak şimdiden geçti bile..

1.

 ABD BAŞKANLIK SEÇİMLERİ: DÜNYA'NIN  LİDERİ SEÇİLDİ

 

 

Tabii ki 2012'nin en önemli olayı ABD başkanlık seçimleriydi. Seçim ABD'de yapılmış olsa da herkesi ilgilendiriyordu, zira seçilen sadece ABD'nin değil, dünyanında başkanıydı. Seçimi (yine başabaş bir yarışla) kazanan Demokrat aday , ikinci kez seçilen Obama oldu. Sonuçta ABD politikaları hep aynı; değişen bir şey yok. İsrail'in her daim desteklenmesi, Ortadoğunun karıştırılması, petrol şirketlerinin desteklenmesi, finansal kurumlara arka çıkılması, uluslararası şirketlere daha fazla imtiyaz sağlanması, ABD çıkarlarının daima önde tutulması vb. Ancak Cumhuriyetçilerle Demokratların bir farkı var: uslüp ve uygulama. Cumhuriyetçiler oldukça vahşi ve saldırganlar, Demokratlar ise daha üsturuplu ve daha 'yumuşak'lar. Bu yüzden Obama'nın tekrar seçilmesi ile dünya bir 4 yıl daha rahat bir nefes aldı. Bir sonraki stres 2016'da..

27 Kasım 2012 Salı

Portishead - Third (Album)

İngiltere'nin Bristol kasabasının Massive Attack ve Tricky'den sonra dünyaya kazandırdığı bir önemli grupta Portishead'di. 1994 yılında grup ilk albümü 'Dummy'yi yayınladıktan sonra albüm kısa süre sonra klasikler arasına girmişti bile. Grubun trip-hop yapılı müziğinin üzerine Beth Gibbons'ın hüzünlü ve kırılgan vokalleri eklenince ortaya gerçekten de ilginç ve değişik bir çalışma çıkmıştı. Grup uzun süreli sessizliğinin ardından 1998 yılında kendi adlarını taşıyan ikinci albümünü de yayınlmıştı. Bu albüm ilki kadar ses getirmemişti, ancak grubun yerini sağlamlaştımıştı. Bir sene sonra Live In Roseland isimli New York flarmoni orkestrası ile birlikte kaydettikleri canlı albümleri ise olağanüstüydü. Aradan geçen yıllarda pek çok albüm dinledik, o Dummy'de yakaladıkları karanlık, depresif ve klostrofobik havayı bir daha hiç bir albümde bulamadık. Zaman zaman Nick Cave, REM ya da Godsepeed You!Balck Emperror'da yaklaşsakda tam olmadı, bu yüzden özellikle Dummy olmak üzere önceki Portishead albümlerine döndük hep..

Taa ki 2008 yılına kadar..

2008 yılının bahar aylarının ortasında Portishead üçüncü albümleri olan 'Third' ü yayınladı..

Aradan yıllar geçmişti ve yeni bir müzik kitlesi, dinleyicisi ve tarzları çıkmıştı. Dummy ise klasikleşmişler arasında yerini almıştı. Third'ün durumu ne olacaktı? Bize bir şeyler verebilecek miydi? Yoksa eskileri mi tekrarlayacaklardı?

İlk dinleyişte Third ile iletişim kurmak hiç te kolay değildi. Belli ki Third sabır istiyordu. Beth, Dummy'de çok kırılgan, Portishead'de saldırgandı. Bu albümde ise değişikti; isyankar, vazgeçmiş, pes etmiş, yakaran..Tarifi zordu. Grup üyeleri ise çok iyi kullandıkları elektronik aletlerle değişik bir denge kurmaya çalışıyor gibiydiler; sesler zaman zaman saldırıya geçiyor, adeta Beth'in haykırışlarına karşı geliyorlar, onun yerini almak istiyorlar ya da belki sadece cevap veriyorlardı.

Albüm bir ikilem göstergesiydi: insan makineye karşı, hassasiyet saldırganlığa karşı, ses gürültüye karşı ve en önemlisi insan Tanrı'ya karşı. Bu ikilem, çapraz bir yapıydı ve en sert 'Machine Gun'da göze (daha çok kulağa) çarpıyordu. Third'ü dinledikçe kulağın yetersizliği ortaya çıkıyordu, albümdeki teknik yapı için beyin ve hisleri anlamak içinde kalp de gerekiyordu. Third hislerinizin tümüne birden hükmetmek istiyordu sanki. Paylaşmak istediği yoğun duygu selini bizlere hissetirebilmek için bizi adeta zorluyordu.

Girişin ismi 'Silence'. Albüm Portekizce bir dize ile başlıyor. Sonra ritm ve gitarlar devreye giriyor. Uzun bir girişten sonra Beth devreye giriyor. Sesindeki hissiyattan etkilenmemek mümkün değil. Sonra tekrar gitar sırayı alıyor ve Beth'i saf dışı bırakıyor, cevap verircesine. Gitar gitgide kuvvetleniyor, aynı melodi ile. Sonra tam doruk noktasında hiç bir uyarı vermeksizin şarkı duruyor. 'Silence' bitti. 'Silence' albümde karşımıza gelecek olan sarsıcı olayların habercisi. Hemen arkasından müzik yumuşuyor.

'Hunter', Mazzy Star'ın ilk dönem şarkıları gibi. Beh fısıldıyor, müzik ağır ama sonda aniden bastıran hafif davul ve şarkının tümü bizi çoktan içinden çıkılmaz bir girdaba sürüklemek üzere. Ruhun geri dönülemez karanlık girdapları. Kara delikler.

'Nylon Smile' ilginç ritmi ile bize biraz soluk veriyor. Ama bir önceki şarkılardaki duygu sellerini arıyor ruhumuz.

Albümün en yavaş ve en melodik şarkısı 'RIP' başladığında hafif ve hüzünlü bir şarkı ile başbaşa kalıyoruz. Şarkının yumuşak havasının bir tuzak olduğunu 'wild horses, won't you carry me away..' dizeleri ile birlikte anlıyoruz. Girdaba farkında olmadan ama hiç bir itirazımız olmadan dalıyoruz.

'RIP'in etkisi üzerimizden düşemeden (ki bir daha asla düşmeyecek) 'Plastic' başlıyor. Plastic albümün havasını özetliyor: makinelerin ani saldırısı ve adara Beth'in yakarış tasdındaki vokali.

Sıra 'We Carry On'da. İki eşit parçadan oluşan ve seksenlerin elektronik alt yapılı (hatta Kraftwerk) havası ile Beth hayatı ve varoluşu sorgulamaya devam ediyor, ancak bu durumu kabulleniş her halinden belli. Nakaratta çıkışı yapan Beth değil gitarlar.

'Deep Waters' nerdeyse aküstik, çok kısa süren, ritmsiz, Amerikan country'lerini andıran bir parça. Hafifliği yine bir tuzak, isminden belli zaten: deep waters.

Hemen arkasından sessizlik fena halde bozuluyor ve makineler saldırıya geçiyor: 'Machine Gun'. Fonda güçlü elektronik ritm ve acımasız sesler, önde (belki de tam tersi!) Beth konuya tamamen zıt bir tonda vokal yapıyor. Bu zıtlık beyinde gerçekten değişik bir etki yaratıyor.

Third hiç acıması olmadığını 'Small' ile göstermeye devam ediyor. Şu ana kadar yeterince depresif olduğunu düşünyorsanız fena halde yanıldınız. 'Small' gerek yapısı, gerek nakaratlerı ve sözleri ile '..hating the Lord..' dipsiz kuyunun diplerine bizi çekiyor ve hatta fırlatıp atıyor.

'Magic Doors' albümün tüm özelliklerini taşısa da daha önceden duyduk galiba havasındaki yapısnın da etkisi ile bize tekrar hafif bir soluk aldırıyor. Sadece hafif bir soluk.

Sıra sona geldiğinde neyle karşılaşacığımız konusunda bir fikrimiz varmış gibi gelse de, 'Threads' hazırlıklı olunacak cinsten değil. 'Over' ve 'Glory Box' karışımı gibi başlayan 'Treads', nakaratla birlikte ölümcül vuruşun geleceği sinyali de geliyor... 'always so unsure' bu sözleri durumu özetlemeye yetiyor zaten..'Threads', şarkının sonlarında Beth'in adete Tanrıya yakarış, isyan ve haykırması ile tavan yapıyor. Ancak şarkı gitar/makinenin buz gibi ölüm sirenlerini andıran ve Beth'in haykırışlarını kesen ürpertici sesleri ile kesilerek buz gibi sona eriyor.

Albüm bittiği vakit beyin daha nerde olduğunu ne durumda olduğunu anlamaya fırsat bulamadan biraz evvel hissettiklerini tekrar tekrar hissetmek için duyduğu melodileri tekrarlıyor ve onları tekrar duyabilmek için israrlı bir baskı yapıyor. Tıpkı madde bağımlılığı gibi..

Third, bazıları tarafından beğenilmese de, Dummy'den düşük olduğu söylemse de Potishead'i unutulnaz gruplar arasına sokuyor, Third'ü tarihin en psychedelic albümü yapıyor ve söylenecek bir söz kalmadığını düşünenlere daha söylenecek çok çok şey olduğunu adeta haykırıyor.

Acı, hiç bir zaman bu kadar müthiş ve zevkli olmamıştı. Kısaca Third bunca yıl beklediğimize fazlasıyla değen bir başyapıt.




Finans Müdürü ile SMMM arasındaki fark (ya da niçin Finans Müdürü SMMM olmak zorunda değildir?)




Finans ve Muhasebe günümüzde gittikçe önem kazanan kurumlar. Özellikle bankalar krizi, Emron skandalı, finansal kriz derken bu öğelerin aslında hem ekonomik hemde sosyal anlamda hiçte yabana atılmaması gereken öğeler olduğu her gün biraz daha ortaya çıkıyor. Finans ve Muhasebe , Finansal Yönetim dediğimiz olgunun değişmez ve birbiri ile sıkı fıkı kaynaşmış iki ayrılamaz parçası. Temelde muhasebe, yapılan mali işlemlerin kayıt altına alnmasını sağlayan, finans ise bunlar üzerine raporlama ve analiz yapan 'bilim/birim''ler. Muhasebe mutfaktaki malzemeleri hazırlıyor, finans ise pişirip servise hazır yemek haline getiriyor ve servis ediyor.

Muhasebe, kayıtların olması gerektiği şekilde işlenmesini sağlayan sistem. Yaptığınız işlemler nereye ve nasıl kayıt edilecek, temel işlevi bu. Bunun için borç/alacak (debit/credit) denen iki ayaklı bir sistem kullanılıyor. Bir yere borç giderse aynı miktarda da alacak diğer tarafa girmesi gerekiyor. Borç /Aktif kalemleri varlık (asset) yani elde edilen öğeler..Alacak/Pasif kalemleri ise Kaynak (Liability) ve Özkaynak (Equity) yani varlık almanızı sağlayan kalemler..Tabii ki olay bu kadar basit değil. Hangi işlemi yaparken hangi aktif yada pasif hesabın ve bunlar altındaki alt hesapların ne şekilde kullanılacağı ise ayrı bir uzmanlık istiyor. Genelde bu işin ustası olarak görülenler ise muhasebeciler ve onlarında bir üstü olan mali müşavirler. Ya da SMMM ve YMMM'ler. Bu kişiler aynı zamanda yasal mevzuatları da takip ederek kayıt işlemlertinin yasalara uygun hale gelmesini sağlıyorlar ve şirketlerin/yapıların yasal düzenlemelerini de hazırlıyorlar. Bunlarda olayın vergi ve beyan kısımına karşılık geliyor. Vereceğiniz beyan ve ödeyeceğiniz vergi ise temel muhasebe kuralları çerçevesinde işlenmiş hesaplarınızdan oluşuyor. Bu hesapların hepsine Mizan, bu hesaplarda oluşan Aktif/Pasif ya da Varlık/Kaynak ilişkisini gösteren ve birbirine eşit olması gereken tabloya da Bilanço ismi veriliyor. Aynı zamanda vereceğiniz 'Gelir Vergisini' ne esas teşkil edecek olan bir de Kar Zarar Tablosu var.

 Buraya kadar güzel. Peki finans ne yapıyor? Ya da finans bu işin neresinde?

Muhasebe ve/veya SMMM'nin yasal çerçevede yapmış olduğu kayıtlar çerçevesinde oluşan mizan, bilanço ve kar zarar tablolarından oluşan malzemelerle yemeği pişirme işi de finans'a ait. Ne demek yemek pişirmek? Zaten beyan verilirken yemek pişmemişmiydi?

Hayır. Yapılan sadece 'yasal' çerçevede bir hazırlıktı. Ya da yemek için tüm malzemelerin hazırlanmasıydı. Hangi malzeme, ne kadar gerekecek, hangisi sağlıklı , bunlar hazırlandı. Şimdi yemek pişirme ve sunma zamanı..

Finans, muhasebe tarafından işlenmiş olan verilerden sonuçlar çıkarmak, bunlar üzerine gelecek ile ilgili yorumlar yapmak üzerine kurulmuştur. Nedir bu yorumlar? Bütçenin hazırlanması, nakit akışının uzun vadeli kontrolü, yatırım kararları için yatırım çalışması yapılması, kar ve zararın ayrıntılı analizleri- bütçe ve/veya geçmiş yıllarla olan kıyaslaması, çeşitli alt-analizler, rasyo (oran) hesaplamaları ve şirketin mali profilinin ve sağlığının çıkarılması vb. Bu çalışma aynı zamanda şirkertin bir nevi sağlık kontrolünden yani check-up'tan geçmesini sağlar.



Finans, Finansal ve Yönetim Raporlamaları denen tablolar kullanarak, şirketin finansal durumunu ortaya çıkarır ki şirketin nerede iyi, nerede hatalı olduğunu, ne yapması yada ne yapmaması gerektiğini gösterir. Aynı zamanda gelecek zamanda nerede olacağının da sinyallerini verir. Yönetim kararları alınırken bakılması gereken en temel veriler bu söz konusu finansal raporlardır. Alınacak kredi, yapılacak yatırım, maliyetlerin ne şekilde kontrol edilmesi gerektiği, satışlarda-ürünlerde ne şekilde bir strateji izlenmesi gerekeceği, önümüzdeki dönemde dikkat edilmesi gereken bu tüm hayati hususlar,  finansal ve onların türevi olan yönetim raporlamalarına ve onların sağlıklı analizlerine bağlıdır.

Dolayısı ile Finans ve Muhasebe birbiri ile sıkı sıkıya bağlı, ayrılamaz ama aynı zamanda da birbirinden tamamen farklı iki branştır. Muhasebe ve yasal mevzuat kısmının şefi SMMM (ya da YMMM) ise finans kısmının ise şefi/ahçısı Finans Müdürü'dür. Görüldüğü üzere Finans Müdürü yapısı gereği bir SMMM olmak zorunda değildir. İkisi birbirini besleyen ortak yaşamlı bir bütünü oluşturan farklı kişilerdir. Bir SMMM'den finans müdürlüğü ya da finans müdüründen SMMM'lik beklemek ise bir hatadır; bu yapılacak işin verimli olamamasını da beraberinde getirecektir. SMMM daha çok yasal mevzuatları takip eder, muhasebeki ince teknik ayrıntılarla uğraşır, beyanların üzerine yoğunlaşır. Finans Müdürü ise şirketin geleceği ve sağlığı için finansal verileri tablolar halinde yorumlar vu bunların üzerine yoğunlaşır.

Ülkemizde şu ana kadar finansın önemi pek dikkate alınmıyordu. Çoğunlukla muhasebe tutulmasının temel sebebi yasal zorunluluk ve beyan/vergi verme yükümlülüğü idi. Halen muhasebesini dışarıdan mali müşavirlere tutturan ve bunu angarya gören bir zihniyet mecvuttur, ancak bu anlayış yavaş yavaşta olsa değişmektedir. Zaten yeni çıkacak ve uygulamaya geçecek olan TFRS ile şirketler finansal açıdan kendi kontrollerini yapmaya, denetime açık olmaya zorlanacaklardır. Bu hem kendileri için (zorla doktora götürülmek gibi) iyi olacak, hem de şirket ve kurumların şeffaflaşarak mali tablolarını sadece beyan değil, kendi yapısal dengeleri içinde kendi kendilerini anlayabilecekleri ve anlatabilecekleri tablolara dönüştürmelerini sağlayacaktır.





Bu yüzden ortaya güzel ve adam gibi bir yemek çıkması için SMMM ve Finans Müdür'lüklerinin birbiri ile sıkıca bağlı ama aslında iki ayrı branş olduklarını hatırlayalım ve iki tarafa da gerekli önemi verelim.

Afiyet olsun!






Çakıltaşları (Pebble Stones)



Çakıltaşları doğanın mucizelerinden biridir. Genellikle su kıyılarında (deniz, akarsu gibi) bulunurlar ve bulundukları yerde toplu olarak bulunurlar. Genellikle suyun gücü le buraya taşınmış, sürtünme ile küçülmüşlerdir. Diğer taşlardan farkları renk, desen ve şekillerinin güzelliğidir. Sudan çıkıp kurudukları vakit renklerini kaybederler. Tekrar suya kavuştuklarında güzellikleri yine ortaya çıkar.

Çakıltaşları dekorasyon malzemesi olarak çok yaygın kullanılmaktadır, hatta ticareti günümüzün (deniz kabukları ile birlikte) önemli sektörlerinden biridir. Süsleme aksesuarı olmasının yanı sıra parlatılarak ya da cilalanarak ta satılmaktadır.

Çakıltaşlarının ayrıca pek çok tedavi edici etkisi olduğu da söylenmektedir. Çakıltaşını ellemenin ya da çakıltaşlarını yakında tutmanın pek çok olumlu psikolojik etkisi vardır. Bu özelliği de onun ticari olarak bir diğer özelliğidir.



Çakıltaşları ayrıca çok tercih edilen bir kolleksiyon malzemesidir. Çakıltaşları susuz ortamlarda renk ve desenlerini göstermedikleri için ya su içinde ya da cilalanıp/parlatılarak saklanırlar. Su içinde uzun süre kaldıkları zaman organik yanları olduğu için yosunlanırlar, bu sebepten dolayı suyun sık sık değiştirilmesi, taşlarında yıkanıp silinmesi gerekir.

Bir diğer saklama biçimi ise cilalanmasıdır. Genellikle kullanılan yöntem taşların imce bir fırça ile verniklenmesidir. Vernik yat verniği türünde çok kaliteli ve şeffaf olmalıdır. Taşın önce bir yüzü verniklenmeli, kuruduktan sonra da diğer yüzü verniklenmelidir.

Parlatma yönetimi taşı saklamanın en güzel yöntemidir ancak çok kolay değildir. Bunun için bir parlatıcı/zımpara makinesine ihtiyaç vardır. Bu makineler her yerde bulunan makineler değildir ve ancak bu işi profesyonel (ya da amatör) olarak yapan kişi/yerlerde bulunur.

 


Bu makinelere 'stone tumbler' denmektedir ve çeşitli modelleri vardır. Amatör ve küçük modelleri olduğu gibi daha profesyonel ve ticari amaçlı kullanılan modelleri de mevcuttur. Genelde içlerine su konarak çalışırlar; zira amaç sürtünme ile taşı cilalı hale getirmektir. Bu işlem yapılırken genelde taşların ayıklanması gerekir; yumuşak ve yuvarlak hatlı taşlar seçilir. Sert şekilli saçlardan iyi sonuç alınamaz. Makinede cilanlanmış/parlatılmış taşlar daima cilalı ve parlak kalırlar ve çok güzel görünürler.


Çakıltaşları incelendikleri vakit gerçekten de çok nadir bulunan, narin, güzel ve nefis parçalardır. Adeta bir usta tarafından verilmiş şekilleri, birbirinden ilginç desenleri, göz kamaştırıcı renleri vardır. Bu yüzden çakıltaşı toplamak, onları ellemek, onlarla uğraşmak, onların kolleksiyonunu yapmak gerçektende çok güzel, rahatlatıcı bir uğraştır.